19 Temmuz 2009 Pazar
Leyleğin Geciken Adımı - Le Pas Suspendu De La Cigogne
Yönetmen: Theo Angelopoulos Yapım: Fransa-Yunanistan-İtalya-İsviçre, 1991 Süre: 143 dk. Oyuncular: Marcello Mastroianni, Jeanne Moreau, Gregory Karr, Dora Chrysikou, Ilias Logothetis Yunan sinemacı, büyük usta Theo Angelopoulos 1991 tarihli filmi "Leyleğin Geciken Adımı / Le Pas Suspendu De La Cigogne"da Avrupa sinemasının iki büyük yıldızıyla, Marcello Mastroianni ve Jeanne Moreau ile çalışmış. Yunanistan sınırında, sürekli bir mülteci akımının olduğu bir bölgede geçen film, yörede bulunan bir gazetecinin mülteciler arasında tanıdık bir yüz görmesi üzerine yaptığı araştırmayı anlatıyor. Psikolojik derinliği ve Angelopoulos'a özgü anlatımıyla öne çıkan film etkileyici bir politik drama.
Fırtına (Kürtçü Maksat ve Aslında Anadolu Gerçeği)
Cemal, büyük bir heyecanla beklediği üniversite sınavını kazanarak, küçük taşra kasabasından İstanbul'a gelir. Büyük şehrin kalabalığı içindeki yalnızlığı, aylar sonra tanıştığı sistem karşıtı devrimci bir grup ile birlikte sonra erer. Grubun öncülerinden Helin ile yasadığı çatışma kimliğini keşfetmesi için de bir başlangıç olur. Cemal'in içinde başlayan yangın onu okumaya, araştırmaya ve zamanla kendi kimliğini bulmaya iter. Benzer bir süreci yaşayan Rojda ve Orhan da zamanla değişip grubun aktif birer üyesi olurlar. Henüz on sekiz - on dokuz yaşlarında olan bu gençler, koca bir dünyayı değiştirmenin hayalleri ile yaşamaya başlarlar. "Devrim" fikri içlerindeki genç ve dinamik enerji ile birleşerek eyleme dönüşür. Bu proje; Cemal, Rojda ve Orhan'ın geçirdikleri hızlı değişim sürecini ve öğrenci grubunun başından geçen olayları anlatır.
Sonbahar
Yusuf 1997 yılında 22 yaşında üniversite öğrencisi iken girdiği cezaevinden, 10 yıl sonra sağlık nedenleriyle tahliye edilir. Yusuf 'u, cezaevinden çıkıp geldiği Doğu Karadenizde ki köyünde bir tek yaşlı ve hasta annesi karşılar. O cezaevinde iken babası ölmüş, ablası ise evlenip büyük bir kente taşınmıştır.
Ekonomik nedenlerle sadece yaşlıların kaldığı bu dağ köyünde Yusuf bir tek çocukluk arkadaşı Mikail ile görüşmektedir. Sonbaharın kendini yavaş yavaş kışa teslim ettiği günlerde, Yusuf Mikail ile gittiği bir meyhanede fahişelik yapan genç ve güzel Gürcü kızı Eka ile karşılaşır. Farklı dünyalardan gelen bu iki insanın birlikteliği için ne zaman ne de koşullar uygundur. Yine de Yusuf için aşk son bir kez hayata tutunma ve kendi yalnızlığından sıyrılma çabasına dönüşür. Eka içinse Yusuf bu dünyadan çok uzakta, hatta şimdiki zamanda yaşamayan, Rus romanlarından kaçmış bir karakterdir.
90 sonrasını arka planına alarak bir dönemin ironisini, acımasızlığını ve gerçekliğini ele alan filmde, yakın tarih hem belgeleniyor hem de eleştirel bir süzgeçten geçiriliyor.
6 Ocak 2009 Salı
El Topo -Köstebek-
EL TOPO:
METAFİZİK EVRENDE MANEVİ YOLCULUK
Bu yıl 25. yaşını kutlayan İstanbul Film Festivali’nin belgeseller bölümünde, salonları tıka basa dolduran diğer belgesellere oranla, daha az seyirci toplayan bir film vardı. 70’li yılların Amerika’sında, anaakım filmlerinin yanında kendilerine yer bulamayıp, gece seansları ile seyircisiyle buluşan bir grup aykırı filmin anlatıldığı, Geceyarısı Filmleri: Marjinalden Merkeze isimli belgeselden bahsediyorum. Evet, filmin seyircisi azdı belki ama ben kendi adıma kalabalık salonlarda film seyretmekten hoşlanan birisi olduğum halde, türün (yeraltı filmleri) gerçek meraklıları ile aynı salonu paylaşmaktan büyük zevk aldım. Ne de olsa bir filmler belgeseliydi bu. Sevdiğim(iz) filmlerin. Alejandro Jodorowsky’nin El Topo’su, George Romero’nun Night Of The Living Dead’i, John Waters’ın Pink Flamingos’u, Perry Henzell’ın The Harder They Come’ı, Jim Sharman’ın The Rocky Horror Picture Show’u ve David Lynch’in Eraserhead’i; bu özel yeraltı başyapıtlarının ortaya çıkış hikâyelerini, muhteşem görüntülerinin eşliğinde, bizzat yaratıcılarının ağzından dinlediğimiz belgesel sona erdiğinde, neredeyse hemen herkesin dilinde (en azından benim çevremdekilerin) aynı cümleler vardı: El Topo! Nedir bu El Topo? Neyin nesidir? “Geceyarısı Filmleri” kavramını başlatan,hepsi birbirinden müstesna bu eserlerin arasında, ilk gece yarısı filmi olma özelliği taşıyan El Topo’nun diğer filmlere kıyasla daha fazla dikkat çekmesi, daha az bilinmesinden kaynaklanmıyor elbette. El Topo’nun herhangi bir sahnesini görmek bile yeterince şok edicidir.
Dış kabuğu western’le kaplı, manevi bir yolculuk masalı olan El Topo’nun biçimsel görünüşü bize ilk bakışta, Leone’nin estetiğini, Peckinpah’ın şiddetini, Pasolini’nin vahşetini, Fellini’nin erotizmini, ve en önemlisi Buñuel’in sürrealist sinemasını hatırlatır; yine de bu kendine özgü kişisel arayış filmini tüm bu isimlerden ayrı tutarak değerlendirmek gerekir. El Topo, sarsıcı ama duyarlı yapısıyla bilinçaltımıza inen bir keşif gibidir. Dış dünyanın acımasız gerçekliğini, gerçeküstü bir dille bozarak gözümüze sokar.
TEK KİŞİLİK ORDU
Farklı dinî kültürlerden esinlenmiş mozaiği ile western diyarının sınırlarını aşarak doğu ile yakından ilişki kuran El Topo filminin Fransa’da yaşayan yaratıcısı Alejandro Jodorowsky, 7 filmlik filmografisi ile kendine has sanatsal metafizik evrenini yaratmayı başarmıştır. Üstelik o sadece bir yönetmen değil, aynı zamanda bir senarist, tiyatrobilimci, tiyatro yönetmeni, drama yazarı, çizgiroman yazarı, besteci, pandomimci ve aktör, kısacası on parmağında on marifet bir yetenek adamıdır.
Şili’de, Rus bir baba ve Rus kökenli Arjantinli bir anneden doğmuştur. “Çocuklar Rus olduğum için, gençler Yahudi olduğum için, Fransızlar Şilili olduğum için, Meksikalılar da Fransız olduğum için beni kabul etmediler, Amerikalılar ise beni Meksikalı zannettiler”. Kendisini bu sözlerle ifade eden Jodorowsky’nin, filminin senaristliğinden yönetmenliğine, bestesinden, kostüm tasarımcılığına kadar her şeyini kendisi üstlenmesine ve özellikle de benlik arayışındaki ana karakter El Topo’yu yine bizzat canlandırmasına şaşmamak lazım. Kuşkusuz ki bu onun en kişisel filmidir.
“Filmler yapaydır, ben sinemanın gerçekliğine ulaşmak için gerçeksizlik üzerinde oynuyorum” Jodorowsky’nin bu sözleri onun sinemaya bakışını özetler. Katolik bir sinemacı olarak değerlendirdiği Buñuel’in tersine, kendini metafizik bir sanatçı, metafizik bir gerçekçi olarak tanımlar.
KÖSTEBEĞİN YOLCULUĞU
İspanyolcada “köstebek” anlamına gelen El Topo’nun açılış jeneriği, dış bir sesin köstebeğin tanımını yapmasıyla başlar. “Köstebek yeraltında tüneller kazan bir hayvandır. Güneş arayışı içinde bazen yeryüzüne çıkar. Güneşi gördüğünde ise körleşir.” Bu ana karaktere gönderme yapan tanımlamanın hemen ardından Jodorowsky bizi dinî sembollerle donatılmış sert bir felsefî masalın içine iter.
Siyah kıyafetler içinde bir silahşör (El Topo), atının arkasında çırılçıplak dolaştırdığı 7 yaşındaki minik oğlu ile birlikte uğradıkları bir köyde, rahiplere ve köylülere zulüm eden bir çeteyi yok eder. Zorbaların komutanı, El Topo tarafından hadım edilir. Oğlunu rahiplere teslim eden kahraman, komutanın metresini yanına alarak köyden uzaklaşır. El Topo, yanına aldığı iktidar düşkünü bu kadının zoruyla “dört savaş efendisini” yok etmek için çöllere düşer. Kahramanla, her biri ayrı dinleri temsil eden dört efendi arasında düello öncesi geçen diyaloglar, onun aydınlanmasına ve silahını bırakmasına neden olur. Çölde karşılaştığı siyah kıyafetli bir kadın silahşör (belki de El Topo’nun alter egosu) tarafından vurulan filmin kahramanı, kendine geldiğinde güneş yüzü görmeyen bir mağarada yaşayan garip bir klanın (cüceler, sakatlar, ucubeler) ortasında bulur kendini. Filmin ikinci yarısında El Topo, kazınmış kaşları ve saçıyla, Budist rahipleri andıran bir görüntü içerisinde karşımıza çıkar. Bu değişim sadece biçimsel değildir; kahraman, toplumdan dışlanmış bu klanı, mağaradan kurtarıp gün ışığına çıkarmak için canını dişine takar. Filmin başlarında katı bir ahlakçılıkla hareket eden karakter, bundan böyle ezenleri yok ederek değil, ezilenleri var ederek adaleti sağlamaya çalışır.
Jodorowsky, klasik sinema anlayışına prim vermeksizin anlattığı hikâyesi ile bize delirmiş bir dünyanın kapılarını ardına kadar açar: İguanaları at gibi kullanan haydutlar, kolları olmayan bir silahşörün sırtında oturmuş bacakları olmayan bir başka silahşör, ölü tavşanlarla örtülmüş bir mezar, derisi yüzülerek çarmıha gerilmiş bir koyun, sakat çocukları kurşuna dizen kokanalar, kilisede rahip tarafından yönetilen bir rusruleti ayini, çivili boks eldivenleriyle dövüşerek halkı eğlendiren sokak tiyatrocuları, kadın kıyafetleri giyen, homoseksüel kasaba şerifleri; uzun lafın kısası, bir düşsel görüntüler çığı...
Filmin görsel karmaşası altında yatan balyoz etkisindeki “sistem” ve ırkçılık (insanlık demek daha mı doğru olur acaba?) eleştirisini de es geçmemek lazım. Jodorowsky eleştirisini, filminin finalinde kalın hatlarla çizerek yapar. Filmin tüyleri diken diken eden sarsıcı final sahnesi, yönetmenin tavrını açık ve net bir şekilde ortaya koyar. Belli ki, Jodorowsky sinemada sadece bir teknisyen değildir; onun “söylemek istedikleri” de vardır. Görünüşte sadece bir western olan El Topo, türün diğer örneklerine (klasik yada spaghetti) kesinlikle benzemez. Yönetmen, John Ford ya da Sergio Leone’nin aksine kahramanını kutsamaz; onun kahramanı filmin sonunda, metafizik bir kıyamet çölünün ortasında kendini yok ederek bir hiçe dönüşür. Jodorowsky dünya hakkındaki kendine özgü vizyonunu yaratıcı bir şiddetle sunarak, seyircinin bilinçaltına inmeyi hedefler. El Topo dinî sembollerle doldurulmuş konsantre yapısı ile, tek bir dinin değil, bütün dinlerin öğretilerinden yola çıkan, Batı ve Doğu arasında paralel bir köprü gibidir.
Geceyarısı Filmleri belgeselinde bahsedilen filmlerin hemen hepsine ne kadar methiye düzsek az gelir herhalde. Onlar büyük stüdyoların klişeleşmiş standartlarını yerle bir edip günümüz anaakım filmlerinin kimi büyük yönetmenlerini etkilemiş, dolayısıyla da sinemanın çehresini yenilemiş, zenginleştirmişlerdir. Yeraltı sinemasının başyapıtları arasında başı çeken El Topo’nun, hâlâ eşi ve benzeri olmadığını söylemek abartılı olmayacaktır. El Topo’nun çok yönlü kışkırtıcı yaratıcısı Alejandro Jodorowsky, Hollywood’un yapısına uymayan sinema anlayışı yüzünden Amerikalı yapımcılar tarafından sürekli görmezden gelinmiştir. Frank Herbert’ın felsefi bilimkurgu romanı Dune’u ilk o çekmeye başlamışken, daha sonra proje elinden alınarak David Lynch’e teslim edilmiştir. Bir süredir internette, Meksikalı yönetmen Alfanso Arau’nun yapımcılığını üstleneceği The Sons of El Topo (El Topo’nun Oğulları) adında bir devam filminden bahsedilmekte (hatta bir afişi bile var). Bu söylentiler dolaşa dursun, Jodorowsky, bir çizgiroman evi olan Moebius’a senaryolar yazarak, yaratıcılığını ortaya koymaya devam ediyor. Yine de hayranları, sinemayı şiir seviyesine yükseltmiş bu yönetmenin yeni filmini sabırsızlıkla beklemektedir.
Jodorowsky’ye göre, “Fellini filmleri bir mezeci dükkanı, George Lucas’ınkiler ise bir fast food restoranıdır”. Kısıtlı imkânları yüzünden uzun zamandır film yapamayan Jodorowsky, Geceyarısı Filmleri belgeselinde “Benim çok tanınmış bir yönetmen olmam umrumda bile değil, ben geceyarısı sinemalarını yarattım” demesi, El Topo ile ne kadar gurur duyduğunun bir göstergesidir. “Sizce şu anda dünyanın en iyi yönetmeni kim?” sorusuna, “Bana 60 milyon Dolar verselerdi kuşkusuz ki bu ben olurdum” cevabı ise, nefret ettiği Amerikan sinemasınaalaylı bir göndermedir. Farkındayım! Filmden ziyade filmin yönetmeni hakkında yazdım. Ama, hani denir ya, “anlatmakla olmaz görmen lazım”, işte El Topo öyle bir film; görmeniz lazım.
Benim kişisel listemde (sevdiğim filmler), Kubrick’in 2001’i ve Mike Leigh’nin Naked’ı ile birlikte başı çeken El Topo’yu alacak olanlara, köstebeğin manevi yolculuğunda iyi seyirler diliyorum şimdiden; umarım körleşmezsiniz.
DVD + dergisi- Haziran 2006 Sayısı
Oky
Kaynak: http://www.uykusuzdergi.com/blog/oky/el-topo
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)